Görünen ve ötesi
Bir beden var görünen
Bir ruh var hissedilen
Anlam,
Görünende mi
Hissedilende mi?
İnsan, temelde bir sistemler bütünü. Bu sistemlerin bir kısmı bilinçli kontrolümüz ile işlev görmekte, bir kısmı da biz hiç farkında olmadan tamamen otonom bir şekilde çalışmakta. Bazıları doğumda tam gelişmiş iken önemli bir kısmı da doğumda tam gelişmemiş olup zaman içinde gelişmekte ve farklılaşmakta. Bu gelişme sürecinde dış çevre ve maruz kalınan uyaranlar özellikle belirleyici olmakta. Yani insan, donanımda var olan potansiyelleri zaman içinde eklenen yazılımlarla işleyen sistemlerden oluşmakta.
Canlılığını sürdürebilmesi için elzem olan solunum, dolaşım, sindirim ve boşaltım sistemleri ile donanımlı olarak dünyaya gelen insan yavrusunun ilk ve en önemli görevi hayatta kalabilmek. Hayatta kalabilmek için bir başkasına, kendinden güçlü ve akıllı bir kişiye muhtaç. Doğunca hemen yanında olabilme ihtimali en yüksek olan kişi ise annesi. Böylece ilk kez anne ile aktifleşen ve hayat boyu da sürecek olan bağlanma sistemi devreye girmekte. Bağlanma figürü olan kişi, ihtiyaç duyulduğunda sığınılan korunaklı bir liman, gerektiğinde dış dünyaya açılan güvenli bir üs olmakta.
Hayatta kalabilmeye ve temel ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olan bağlanma sisteminin devreye girmesi, güvenlik ve bakımın sağlanması sonrasında sıra, bir sonraki aşamaya gelmekte. Daha özerk olmak, gelişmek ve büyümek için dış dünyayı keşfetmek. Gerektiğinde dönebileceği annenin güvenli kollarından yavaş yavaş uzaklaşmakta ve dünyayı tanımaya başlamakta artık çocuk. Bu ilk çocukluk yıllarında; dokunma, görme ve işitmeyi sağlayan sistemler daha ön planda ve daha gelişmeye açık. Beyinde de bu uyaranları alan, değerlendiren ve tanıyan bölgeler daha aktif, daha gelişmiş. Bu nedenle de özellikle ilk çocukluk yıllarında tensel temas, sesli ve görsel uyaranlarla sevginin iletilmesi, yani hissetmek ve hissettirmek, sağlıklı ve güvenli bir gelişimin harcını oluşturmakta.
Öte yandan, dış dünyayı keşfe çıkmak otonomi ve gelişmeye katkı sağlasa da tehlikelerle karşılaşma riskini de beraberinde getirmekte. Hayatta kalmak ve canlılığı sürdürmek yine en birincil görev elbette, dolayısıyla bu sırada tehlikelere de hazır olmak gerek. Gerektiğinde korunaklı limana dönülse de hayatta kalmanın şansa bırakılmayacağı açık. İşte bu nedenle dış dünyada keşifler başlarken bedende de tehlike anında hemen tepki verilmesini sağlayan bir tehdit-alarm sistemi çok erken çocuklukta devreye girmekte. Bu alarm sistemi, tehdit olabilirliğine dair en ufak bir sinyal olduğunda hemen devreye girmekte. Düşünmek için bir zaman olmadığından ve derhal tepki verilmesi gerektiğinden, bu sistem bilinçli kontrol merkezlerine danışmadan çalışmakta. Bu nedenle de tehdit algılanan durumlarda daha ani tepkiler verilmekte ve bu tepkilerde de mantıktan ziyade savunma ve korunma tepkisi ön plana çıkmakta. Nelerin olup bittiği ve sonuçları da ancak olay bitince fark edilmekte. Özellikle erken çocukluk döneminde ve tehlike durumlarında bu korku-alarm sistemi bedeni pek çok tehlikeden korumakta. Bununla birlikte tehdit sinyalleri küçük düşme, aşağılanma, değersiz hissetme gibi yoğun duygusal acının hissedildiği durumlarda da beyinde korku-tehdit-alarm sistemini uyarmakta ve kişinin ani tepkileri zaman zaman sonradan kendisini de üzecek durumlara yol açabilmekte. Bu sistem beyinde daha ileri yaşlarda gelişmeye başlayan mantık sistemlerine göre daha hızlı gelişmekte ve bu yüzden özellikle yoğun duygusal çalkantıların olduğu gençlik döneminde daha sık sorunlar yaşanmasına sebep olmakta.
Güvende ve daha bağımsız bir birey olarak dış dünyayı tanıma sürecinde bir sonraki aşama; başka insanlarla ilişki kurma ihtiyacı. Bu doğrultuda birey yakın ilişkilere yönelmekte, bu süreçte kendi ihtiyaçlarının karşılanması yanında başkalarına yardım edebilmeyi de öğrenmekte. Bu yönelme özellikle önemli görevlerden biri olan türün devamına da hizmet etmekte ve bedende de buna uyumlu olarak üreme sistemleri olgunlaşmakta.
Daha özerk bir birey olmak ve yakın ilişkilere yönelmek beraberinde seçimleri ve buna uygun eylemlerin devreye girmesini getirmekte. Bu seçimleri ve eylemleri bireyin kendisi ve çevresine en uygun şekilde yapabilmesi için devreye giren sistem ise, merkezi beynin üst ön bölümünde olan, kontrol ve karar sistemi. Bu sistem, çocukluk döneminde çok az gelişmiş olup ergenlikten sonra daha hızlı biçimde olmakla beraber, 24-25 yaşına kadar gelişmesini sürdüren bir ana kumanda sistemi. Bu sistem normal şartlarda hayati işlevleri sağlayan otonom sistemlerin dışındaki tüm sistemlerin kontrolünü ve koordinasyonunu sağlamakta. Acil durumlarda korku-alarm sistemi kısa süreliğine daha ön plana çıkmakla birlikte, tehlike geçince yine ana kumanda sistemi duygu, düşünce ve istemli davranışlarımızı yönlendirmekte. Bu sistem hayattaki anlam arayışını yönlendiren, buna uygun tercihler yapmayı sağlayan ve bu doğrultuda uygun eylemleri planlayan, organize eden ve harekete sevk eden bir kumanda merkezi olarak işlev görmekte. Bu işlevleri yaparken de donanımda var olan potansiyel ve özellikle çocukluk döneminde en ağırlıklı olarak formatlanan yazılımı kullanmakta. Böylece bireye özgün bir kişilik ortaya çıkmakta.
Topluluk önünde, bir iş başvurusunda, sınav kapısında, hastane koridorlarında, ayrılık anlarında, kavuşma anlarında, değişimlerin arifesinde üst karar-kumanda merkezi diğer sistemlerden gelen bilgileri de değerlendirerek bilinçli bir şekilde duruma anlam vermeye ve ne yapacağına karar vermeye çalışırken; otonom çalışan sistemler de bunlara uyum sağlamaya çalışmakta. Her organ adeta bir eyalet ve bu organların hemen içinde bulunan otonom ganglionlar da eyalet başkanları gibi hareket etmekte. Bu eyalet başkanları organ düzeyinde gerekli işlemleri yapmakta, ana kumanda sistemini, yapması gereken esas işlevlerine ortam sağlamak üzere, her şeyden haberdar etmemekte. Bir örnekle, bir insanın bahçede gül toplarken gerçekleştirdiği tüm eylemler bilinçli olarak yürütülseydi, sadece bir gün bu eylem süreçlerini takip etmekle tükenirdi. Şöyle ki; gülden göze gelen ışık kümeleri, o esnada kulağa gelen sesler, gülün kokusu, elimize temasının verdiği duygu bunların hepsi ayrı ve birbirinden haberdar sistemleri harekete geçirmekte. Örneğin gülün kokusu, önce burun kökü ile beyin kavşağında koku sinirine ait olan ve uçları soğan kökleri gibi beyinden buruna doğru sarkan uzantıları uyarmakta. Bu uyarı ile koku yollarında yoğunlaşan hücreler arasında bir iletişim başlamakta. Bu iletişimle hücre içine giren maddeler hücrenin elektriksel yükünü değiştirmekte böylece kimyasal olarak başlayan etki elektriksel etkiye dönüşüp ilgili sinirleri uyarmakta, bu sinirler de etkiledikleri alanda ilgili beyin bölgelerini haberdar etmekte. Koku dış uzayla kendi uzayımız arasındaki en muhteşem ve en gerekli bilgi akışını sağlayan, sürdüren ve denetleyen kablosuz bir iletişim sistemi gibi çalışmakta. Bu iletişim ağı, gıda seçimi, eş seçimi ve iş seçimi ve hatta yerleşilecek alan seçimini bile etkileyebilmekte. Neticede görülen, işitilen, tadılan, dokunulan, koklanılan her bir nesne ile ya derin iletişim kurulmakta ya cevap verilmemekte ya da ona karşı tavır alınmakta. Bunlardan özellikle cevap verilmeyenler ya artık alışılanlar yada üst kontrol-karar merkezince artık umursanmayanlar olmakta ve çoğu kez bu girdi- çıktıların bilinçli olarak farkına varılmamakta.
Bazen de bu sistemler ya kendi içlerinde ya sistemler arasında beklendiği şekilde uyumlu çalışmamakta ve bunun sonucunda bedensel hastalıklar diye isimlendirilen şeker hastalığı, kalp hastalığı, kanser gibi hastalıklar ya da ruhsal hastalıklar olarak isimlendirilen depresyon, şizofreni gibi hastalıklar ortaya çıkabilmekte.
Özetle, gelişim sürecinde iz bırakan her şey bu sistemlerde mikro ve makro düzeyde depolanmakta ve yazılımın kodlarını oluşturmakta. Sevilen birisiyle birlikteyken hissedilen koku, sesler, görüntüler ya da canı yandığında orada olanlar, iyi hissettirenler, kötü hissettirenler, kokuları, renkleri, görünümleri, tatları hepsi derlenmekte toparlanmakta ve bilgiye dönüştürülmekte. Bu şekilde yaşanılanların sonraki yaşanılacaklara rehber olması sağlanmakta. Amaç, mümkün olduğunca iyi ve kötü için ön işaretleri bulmak ve canlılığın devamı ve sonra gelen amaçlara ulaşmak için güvenli ve korunaklı bir zemin hazırlamak. Bu zeminin temelleri ilk bağlanma figürüyle başlayan ilişki ile atılmakta, sonraki ilişkiler ve yaşanılanlarla bir şekle bürünmekte. Elbette her bireyin donanımı kalıtım ve anne karnında oluşum süreçlerinden etkilenmekte. Bu donanımın potansiyeli her bireye göre de farklılık arz etmekte. Hassasiyetleri ve dirençleri barındırmakta. Bunları daha güçlü ya da daha hassas yapan ise yaşanılanlar, yaşanılanların hafızada bıraktığı izler kısaca sonradan eklenen yazılım. Bu yazılım özellikle ilk çocukluk yıllarında daha çok hissetme yoluyla, sonra öğrenme ile daha ileriki yaşlarda da anlamlandırma ile şekilleniyor. Davranışları, duyguları, düşünceleri etkiliyor. Daha güvenli bağlanma zemininde yaşanılan olumlu çocukluk yılları ve sonrasında maruz kalınan olumlu uyaranlar daha uyumlu ve huzurlu olmayı sağlarken; ihmal ya da acı veren yaşantılar daha güvensiz bağlanma zemininde daha zor bir uyum sürecine esas oluşturabilmekte. Bu etkiler bazen şeker hastalığı, kalp hastalığı, tansiyon yüksekliği gibi hastalıkların ortaya çıkmasını kolaylaştırmakta bazen de depresyon, endişe, düşünce bozukluklarının olduğu hastalıkların ortaya çıkmasını kolaylaştırmakta. İyi haber bunların daha uyumlu bir yaşantı için onarılabilir olması.
Sonuç olarak tüm bu etkileşimler, hastalıkları ortaya çıkaran mekanizmaları bilme, anlama ve onarma sürecinde, sadece bir sistemi değil sistemlerden oluşan ağı ele almamızı gerekli kılmakta. Bu doğrultuda, hastalarımıza ve yakınlarına daha çok yardımcı olmak için; hastalıkların oluşumuna, ortaya çıkmasına, alevlenmesine etkisi olabilecek tüm sistemleri, beden ve ruh diye ayrıştırmadan, donanım potansiyelleri ve yazılım kodları ile, görünen ve ötesiyle bir bütün olarak değerlendirmekte ve anlamaya çalışmaktayız.